“Kara buluta basarak gökleri yarıp indi”
29 Μαρτίου 2013
Şüphe yok ki: Allah düşüncesi insanda doğal olarak başlar ve yaşamıyla bağlantılıdır. Bunda da herhangi bir anlaşmazlık yoktur. Ama asırlar boyunca esas ihtilaf, Allah’la nasıl tanışabiliriz ve bize nasıl görünür konusundaydı. Allah doğası gereği görünmez ve yaratılmış olan bu alemin dışındadır. O halde bu alem onu nasıl öğrenebilir? Onu nasıl keşfedebiliriz?
Allah’ı keşfetmenin iki yolu vardır: Birincisi <<Doğal keşfetme>> diye adlandırdığımız ve tanrının varlığını ve sıfatlarını mevcut olaylardan çıkardığımız sonuçlarla ilgili olan doğal beşeri yol, zira insan bir şey yapmadan sadece mantık yoluyla, insanın hizmetine sunulmuş olan doğa ve yaratıklardan ve Allah’ın yaptığı işlerden Allah’ın varlığını kanıtlayabilir. Bu nedenle Allah’ın varlığını inkar eden her sonuç mantık dışıdır. Dinler ve felsefeler tanrı varlığı hakkındaki öğretilerini bu esas çerçevesinde düzenlemişlerdir.
Ama, <<Doğaüstü keşfetme>> dediğimiz ikinci bir yol vardır ki Allahın tarihe müdahale etmesi anlamına gelir. Burada Allah’ı yarattıklarından değil kendisinin gelişinden biliriz. Kutsal Kitap Allah’ı keşfetmede bu yola dayanır. Diğer bir deyişle insanın keşfetmesinden çok Allah’ın kendisinin zuhur etmesidir. Ve bu keşif kutsal kitapta eski ahit bölümünde haberler halinde ve peygamberlerle birlikte aşamalar halinde ve doğaüstü bir halde gerçekleşmiştir. Haberler genellikle o zamanın beşeri mantık bilgisini aşan veya ona aykırı olan bir durum teşkil ederdi. Çünkü bilgi ilahi keşiften yani Allah’ın kendini göstermesinden kaynaklanırdı. Bu durum Kelam olan Rab İsa Mesih’in insan bedeni almasıyla da zirveye erişmiştir.
Ortodoks Kilisemiz Allah ile ilgili sözlerinde gerçek ve tarihi olan yola güvenir. Rab İsa tarihi ondan önce ve ondan sonra diye iki bölüme ayırır. Avrupa’nın 18. yüzyıldaki aydınlanma ve kalkınma çağları, hristiyanlığın doğa üstü olan bu keşfini – boşuna – reddetmeye ve onu yalnızca diğer dinler gibi bir düzen olarak ve tarihi çerçevesinden koparıp bir vakaymış gibi kötü göstermeye çabaladı. Oysa iman, Ortodoks Kilisemiz için araştırmalara değil olaylara bağlı olarak kalır. Ve bizler <<Duyduğumuz, gözlerimizle görüp tanıklık ettiğimiz ve ellerimizin dokunduğu ve başlangıçta var olanı>> gördük. Hayat ve yaşam izhar olundu. Biz gördük, tanıklık ederiz ve size bunu bildiriyoruz. (Yuhan.1.ci mekt. 1:1-2) Din, Allah’ın varlığı konusunda <<doğal keşfetme>> esasına bağlı kalırsa, beşeriyetin yarattığı bir din sistemi zayıflığına dönüşür. Fakat Hristiyanlık, imanını tarihi olaylar üzerine inşa ettiğinde gerçek bir bilim olur. Tanrımız, bizim için tarihe giren ve tarihimize ortak olan bir şahıstır.
Bazı Protestan ve Katolik düşünce akımları, batının skolastik ve aydınlanma çağının etkisinde kaldı. Bu nedenle Protestanlar ve özellikle de bunlardan ayrılmış olan gruplar, tanrı varlığının doğal keşfi yoluna ve tanrıyı keşfetme konusunda onun eylemlerinden yola çıkarak beşeri mantığın rolüne güvenmeye meylettiler. Böylece onların ikona tekniğini nasıl kullandıklarını anlamaktayız. Ama tanrısal kişiyi yaratılmış kişilik ile değiştirmektedirler. Onlar tekniği, Allah’ın varlığının doğal keşfini, bize kendisinin bizzat geldiğinin, doğrudan varlığının aksine olarak, anlatmakta kullanmaktadırlar. Bu sonuçla ilgili olarak, tapınmalarında ve teolojilerinde birçok örnekler mevcuttur.
Ama <<Varoluşçu Protestan>> akımları ise, insanın iç dünyasına yararı olan tarihi tanrısal olaylardan yararlandı. Ve bu olayları, hristiyanlık öğretisine uygun bir yaşam sürmede güç verecek ibret dolu ve ruhsal hayatı etkileyici birer mitolojik olay olarak kullandı. Böylelikle tarihi, bir vaka olarak değil bir mitoloji olarak kabullenmiş oldu. Ve bununla da, tanrı varlığının doğal keşfine dayanan ve Allah’ın insanlık tarihine müdahil oluşunu yani tarihimize girişini görmezden gelen diğer dinler ve felsefelerden hiçbir farkı olmamaktadır.
Bizler Allah’ın bir şahıs olduğuna inanırız. Bu nedenle eğer kendisi kendini tanıtmazsa, hiçbir insanın Allah’ı tanıması mümkün değil. Buna şunu ilave edebiliriz, Allah doğası ve alemi bizim doğamız ve alemimizden başkadır. Bunun için eğer kendisi bize gelmezse bizim onun gerçek resmini ortaya koymamız mümkün değildir. Bir insanın kendi alemi dışındaki bir durumu bilmesi nasıl mümkün olur? Ancak Allah kendi alemi ile ilgili sıfatları ve bilinenleri belirtmesi halinde bu mümkün olabilir. İnsan onu sahip olduğu bilgi kadar anlayabilir, onu bize gelip kendini tanıttığı ve bizim onunla ilgili olarak bildiklerimizin üstünde bir bilgi gibi anlayamayız.
Hristiyan Katolik düşüncesi, tanrıyı keşfetmenin iki derecesinin olduğunu kabullendi: Doğal keşfetme ve doğaüstü (ilahi) keşfetme. Ama her ikisine değişik yollar olduğu gözüyle baktı. Ortodoks Kilisemiz ise tanrı varlığının keşfi yöntemlerinin aslında tek bir yol olduğunu kabul eder. Ve bu da, tanrı eylemlerinin kendi yarattıklarında görünmesi (Doğal keşif) ile başlar ve doğaüstü olan tanrısal keşfetmeye doğru gelişir. Böylece, doğal yollar tanrı varlığı bilgisinin nihai olarak keşfedilmesine ve sonunda tanrının kendi alemimize girişine kadar olan esasları ve ilk aşamaları temsil eder.
İsa’nın doğuşu, dinlerin tanrı varlığı konusundaki yöntemleri altüst etti. Allah, bizim tarafımızdan keşfedilen değil, kendisi bize görünendir. Kitabı Mukaddesteki tanrı, bizim icat ettiğimiz değil, karşılayıp kabul ettiğimiz tanrıdır. Bu gerçeğin çok büyük sonuçları vardır. Birincisi, Allah’ı biz kendimiz gibi değil onu olduğu gibi kabul ederiz. Allah’ın, insan gibi gelişen, çelişen ve değişen bir suratı yoktur. İkinci önemli sonuç ise, tanrı varlığını bilme konusu kendi doğası içinde <<Sevinçle karşılama>> dır. Bu nedenle önemli bir durum ile bağlantılıdır. O da <<Kabul etme>> dir. Burada tanrıya olan rağbetin öneminde olduğu gibi insan özgürlüğünün aynı önemi vardır. İnsanın kabul etmesi, Allah’ın görünmesine eşdeğerdedir. İnsanın olumlu yöndeki özgürlüğü olmadan Allah’ın sevgisi tek başına yeterli değildir. Yaratan ve yaratılan, idrak edilen ve idrak edilemeyen, sınırlı ve sonsuzu birbirine bağlayan bu köprünün, yalnızca tanrının insana olan sevgisi gibi tek bir dayanağa yaslanması mümkün değildir, karşı taraftan bir dayanağa ihtiyaç duyar. O da Allah’ın başlatıp insanın buna cevap vereceği tanrı – insan diyaloğunu insanın özgürce kabullenmesidir.
İlahi keşfetme, ortaya çıkış olarak, yani Allah’ın kendini insana göstermesi böylece başlar. Ve bu, beşeri bir uğraşın ürünü değil ilahi sevginin bir hediyesidir. Ama bu buluş ancak Allah ve insan arasında müşterek bir hayatın olması durumunda gerçekleşir. Bu nedenle Allah’ın kendini insana tanıtması bilgi üzerinden değil bir ortaklık ile olur. Bu da şahıslar arasındaki tanışmanın gereğidir. İnsan, Allah gibi (Onun sureti üzerinedir) şahıstır. Allah kendini insana takdim eder ve insan da onu özgür bir ilişki ile kabul eder. Bu nedenle ezgilerimizde şöyle haykırırız: <<Mesih göklerden geldi, onu karşılayınız>> Bu nedenle insan özgürlüğünün reddetmesi durumunda tanrı sevgisinin hiçbir etkisi yoktur. Böylece bizler Allah’ı dinlerden değil, onunla ilişkilerimizden ve birlikteliğimizden öğreniriz. Allah dinsel yöntemlerde neredeyse yalnızca bir <<Teori>> olarak geçer. Ve buna yalnız ilkelerinin gerektirdiği kadar yaşamımızda oluşturduğu az bir değişiklik dışında yaşantımızda hiçbir değişikliğe sebebiyet vermeden de inanabiliriz. Ama gökleri sarsarak inen <<Tarihin Tanrısı>> öyle bir tanrıdır ki, onu öğrendiğimiz zaman kendimizi yeni bir yöntemle öğreniriz, tanrımızı tanır ve benliğimizin onunla olan muaşeretini öğreniriz.